Fikrin Alanı Kişisel Gelişim
Tarih 06 Haziran 2017
Yaşamak, beğensek de beğenmesek de, işimize gelse de gelmese de, inançlarımıza uysa da uymasa da; kişilerin menfaatleri üzerine kurulmuş bireysel değerler; duygusal ölçüler ya da sahip olunan mal mülk gibi ölçeklerle değerlendirilemeyecek kadar ciddî, şeffaf ve örgütlü süreçler toplamıdır; zira olaylar yörelere, toplumlara ve inançlara göre oluşmazlar. Geneldirler; ama oluştukları yer, zaman ve topluluk tarafından farklı içerikte yapılandırılırlar. Dolayısıyla etkileri, derinlik ve sonuçları farklılıklar kazanır. Bu farklılıklar, olayın kendisinden değil onu yaşayanların kafa yapılarından, kendilerine ezberletilenler yüzünden düşünmeyi öğrenememiş olmalarından kısaca kişisel ve yöresel ölçeklerden meydana gelirler.
Bu bakımdan insanlar aynı durum, aynı koşul ya da görüntüye “bana göre” değeri ile yaklaştıklarında, kendilerine göre bir düşünme ve değerlendirmenin içinde bulunacaklarından anlaşma hiçbir zaman mümkün olamayacaktır. Zaten tüm tartışma, fikrî çatışma ve kavgaların çıkış nedeni; bir anlamda menfaat denilen, hayvanlarda da güçlü bir yönlendirici olarak bulunan güdüsel etkinliğin tetiklediği algı, anlayış ya da değerlendirme farklılığıdır. Dolayısıyla böyle durumlarda güç etkinliği devreye girer ve güçlü (unvan, para, şöhret ya da silah vs.) olanın düşüncesi, görüş açısı hâkimiyeti ele geçirir. Elbette bu durum; doğruluk, uygunluk, haklılık ve evrensel adalet açısından utanç verici bir anlam taşır ve insanım diyene hiç yakışmaz.
Ne yazık ki insanlık 21. yüzyılda, bütün gelişmesine, bütün birikimlerine ve bütün inançsal değerlerine rağmen, kendisini diğer canlılardan ayırıcı herhangi bir yöntem bulmaya yönlendirmediği için neyin doğru, neyin uygun, neyin gerekli olduğunu ya da olacağını düşünme gelişmişliğine erişememiştir. Dolayısıyla hala, “anlaşmazlık kaosunda” diğer canlılardan farklı olamamakta hatta daha vahşi eylemlere bile girişebilmektedir. Özellikle “kendisinin değeri ve yeterliliği” konusunda herhangi bir endişe taşır hale gelemediği için endişe uyarıcısına sahip olma gibi bir şansı da elde edememiştir. Oysa din, dil, ırk, milliyet farkı olmaksızın bu “anlaşmazlık kaosunun” önüne geçebilmek, her şeye rağmen kendini haklı görmeme gelişmişliğinin bilincine erişebilmekle mümkündür.
Yapılmış bir bilimsel araştırmaya göre tüm dillerde, iletişim aracı olarak kullanılan sözcük ya da kavramların yaklaşık %80’inin niteliği soyut olmaktır. Yani sözcükler içerik açısından, herkese göre değişen, her kafaya göre başka biçimde yorumlanan iletişim sapkınlığının ürünüdür. Oysa %20’si hiçbir tartışma ve açıklamaya neden olmayacak kadar net ve açık anlam ya da anlaşılırlık ile somutluk karakterine sahiptir. Bu ise kavgasız, tartışmasız, kişisel üstünlük yerine, örtüşen algısal birlikteliğin, huzur ve işbirliğinin zaferi anlamına gelir. Hâlbuki insan, unvanına, iktidarına, para gücüne, tecrübeden yoksun bilgi birikimine, aynalardaki görüntüsüne teslim olmak aczi yerine; düşünce, hareket ve davranışlarında evrensel rehber diyebileceğimiz bir yönteme dayanmayı akıl edebilse dünyanın her yerinde ve her koşulda hata yapma olasılığını asgari hale düşürebilecektir. Örneğin duyga prensibi (1) adını verebileceğimiz böyle bir yöntem; dört faktörün karşılıklı etkileşiminden meydana gelen gerçek bir iş birliğinin üretilebilmesine belki de yardımcı olabilir.
Bir düşüncenin, bir ifade, tavır, hareket ve emrin doğru olmasının hiçbir değeri yoktur; eğer içinde bulunulan maddi ve manevî koşullara uygun değillerse; ya da bir düşüncenin, bir ifade, tavır, hareket ve emrin uygun olmasının da hiçbir değeri yoktur; eğer bilimsel ya da genel kabul görmüş toplumsal doğruluğu içermiyorsa; çünkü her doğru her zaman uygun; her uygun da her zaman doğru değildir. Ayrıca bir düşüncenin, bir ifade, tavır, hareket ve emrin “doğru & uygun” ya da “uygun & doğru” oluşları, gerekli ve yeterli (dozunda) olmadıkça yarar yerine zarar da üretebilirler. Dolayısıyla toplumda, ailede yaşamsal ahenk’in, iş yerinde ise sükûn, huzur ve iş birliği içinde üretimin, bu dört faktörün birbirleri ile olan ilişkilerine ne kadar bağlı oldukları çok sınırlı bir düşünme yöntemi ile dahi kolayca anlaşılabilir. Çünkü:
DOĞRULUK: İçinde bulunan ortam ve koşulların tüm nitelikleri doğrultusunda meydana gelen oluşumun şekline, durumuna, görüntüsüne, anlaşılmasına ya da algılanmasına karşı aksi ileri sürülemeyen, tersi iddia edilemeyen durum, söz, davranış ya da hareketin niteliği ya da özelliğidir. Bilimsel ve Genel Kabul olarak ikiye ayrılabilir.
UYGUNLUK: Olgunun, oluşumun ya da söz, hareket vs.’nin içinde bulunulan ortam ve/veya koşulların niteliklerince meydana getirilmiş bulunan ölçü ya da kalıptan, fazla ya da eksik olmaması halidir.
YETERLİLİK: Doğruluk ve uygunluğu saptayan ölçütlerin içinde bulunulması için kullanılan maddî ya da manevî, soyut ya da somut kıvam derecesidir.
GEREKLİLİK: İstem içi ya da dışı, bilinçli ya da bilinçsiz, dolaylı ya da dolaysız oluşan ya da oluşturulan amacın doğmasında, ya da belirginleşmesinde rol oynayan, zaman belirtecine göre öncelik sonralık kazandıran temel etmen ya da dinamiktir.
AHENK –ARMONİ: İçinde bulunulan zaman diliminde sağlık, huzur, mutluluk, başarı faktörlerinin nitelik kazandırdığı ortamsal değerdir.
Buradaki ifadeler birer düşünme ürünüdür. Aynı fikirleri paylaşmak, kabul etmek ya da etmemek doğaldır ama önemli değildir; çünkü mutlaka itiraz etmek, aksini düşünmek, tenkit ve çürütme çabaları içine girmek istenirse; halâ mükemmelliğini anlayamadığımız insan vücudunu, organlarını, organların birbirleriyle ilişki ve işleyişlerin’deki ahengi örnek alıp, düşünmek bile yeterli olacaktır.
(1) Bu konuda daha geniş bilgi için Bkz: Ergun Zoga. İnsanımsılıktan Kurtuluş, Üçüncü baskı. 1996, s.31 / Dördüncü baskı 2013, s.66
Bu içeriği paylaşabilirsiniz
© Copyright 2021. Değişim Dinamikleri. Tüm hakları saklıdır.