Yaratıcılık (creativite), daha önce aralarında ilişki kurulmamış nesneler ya da düşünceler arasında ilişki kurulması anlamına gelir. Kavramsal olarak yaratıcılık, bilginin alınması ve yeni bir şekil alana ya da yeni bir düşünce oluşturana kadar şekil verilmesi ve yeniden düzenlenmesi süreci olarak tanımlanabilir. Başka bir ifade ile yaratıcı kişi mevcut olgular arasındaki bağlantıyı kurar ve bir keşfi gerçekleştirir. Pasteur, “talih hazırlıklı zihinlere güler.” demiştir. Sonuç itibari ile yaratıcılığın bir “hayal kurma” işi olduğu söylenebilir.
Yaratıcılık, uzun bir süre doğuştan gelen ve zeka ile bağlantılı bir kişilik özelliği olarak görülmüşse de, yapılan araştırmalar bireylerin yaratıcılıklarının geliştirilebileceğini ortaya koymuştur. Özellikle ‘belirli bir zeka düzeyine kadar (120 IQ) yaratıcılığın zeka düzeyine paralel olarak arttığı; buna karşılık o düzey aşıldığında zeka ile yaratıcılık arasında bir korelasyon bulunmadığı yönündeki bulgular yıllardan beri var olan zeka ile yaratıcılık arasında büyük bir paralellik bulunduğu yönündeki kanaati önemli ölçüde ortadan kaldırmıştır. Kısacası, bugün ulaşılan noktada yaratıcı olmayan insan bulunmadığı; buna karşılık yaratıcılığın ve yaratıcı düşünce potansiyelinin bireyin temel değerlerini aldığı aile ortamı, sosyalizasyon sürecinde önemli rol oynayan eğitim sistemi ve içinde yaşanılan kültürel değerler çerçevesinde toplumdan topluma, kişiden kişiye değişen ölçülerde ortaya konulduğu söylenebilir.
Genel olarak pek çok toplumda yaratıcılığın ilk baltalanma noktası ailelerin okul öncesi çocuk yetiştirmeye yönelik yaklaşımlarıyla başlar. Çocuklar çok sorgulayıcıdır ve varlığından haberdar olmadıkları için kural tanımazlar. Otobüste bağırarak şarkı söyler, kibritle oynar, masanın üstüne çıkıp dolaşabilirler. En derin bilimsel soruları sorarlar: “ay neden yuvarlaktır?”, “gök niye mavidir?” vb. Batı’lı kültürlerde bu sorular genelde liseye gelindiğinde artık sorulmaz iken, Türk kültüründe ise neredeyse ilkokuldan itibaren bu tür sorular sorulmaz hale gelir. Bu bağlamda, “Geleneksel Türk Kültürü”nün yaratıcılığı ve yaratıcı düşünceyi engelleyici bir nitelik taşıdığı söylenebilir.
Geleneksel Türk Kültürü’nün etkileşim modeli üzerinde çalışan Üstün Dökmen, Türk toplumunun baskın etkileşim yaklaşımının, Eric Berne’in tanımlamış olduğu etkileşim tarzlarından ‘Ebeveyn-Çocuk’ etkileşim tarzına dayandığını belirtmiştir. Yaratıcılık potansiyelinin en fazla açığa çıktığı tarzın ‘Yetişkin-Yetişkin’ etkileşimi olmasına karşılık; ‘Ebeveyn-Çocuk’ etkileşimli toplumlarda yetişkin rolünün sergilenmesi ayıp sayılır. Bu tür toplumlarda doğallık bastırılmıştır. Kişinin kendi aklını sergilemesi hoş karşılanmaz. Önemli olan kuralların konulması ve onlara uyulmasıdır, yaratıcılığa olumlu bakılmaz. Bir bilene danışılması ve onun önerilerinin sorgusuz kabul edilmesi esastır. Bireyselleşmek, ‘bunu ben yaptım’ demek, başkalarından farklı olarak kendi akılları doğrultusunda davranmak hoşa gitmeyen davranışlardır.
Toplumumuzda çocukların davranışlarını tanımlamada kullanılan ‘uslu’ ve ‘yaramaz’ çocuk ifadeleri, bu etkileşim tarzının tipik bir göstergesidir. Çocukluk dönemi yaratıcılığın en yüksek olduğu dönemdir. Henüz toplumsal baskı oluşmadığı için merak, hayal kurma, oyun oynama, soru sorma gibi davranışlar yoğunluktadır. Yaratıcılığı tanımlamada en sık kullanılan kavramların sorgulamak, araştırmak, bulmak, yenilik yaratmak ve bilgi sınırlarını genişletmek olduğu dikkate alınırsa; sorgulayan, itiraz eden, kurcalayan, araştıran, kendi fikrinde ısrar ederek kalıpları kırmaya çalışan çocuk davranışlarının önemli bir yaratıcılık potansiyelini taşıdığı açıktır. Oysa toplumumuzda bu davranışları sergileyen çocuklar için kullanılan kelime oldukça ilginçtir: ‘yaramaz’. Buna karşılık kendisine söylenenleri kayıtsız, şartsız yerine getiren ve kendisine çizilen sınırların dışına çıkmayan çocuklar ise ‘uslu (akıllı)’ olarak adlandırılır. ‘Us’ kelimesinin pasiflik ve itaat için kullanılmasına karşılık, yaratıcılık potansiyeli taşıyan davranışlara ‘yaramaz’ ifadesinin uygun görülmesi, toplumumuzun yaratıcı düşünceye yönelik bakış açısını açıkça ortaya koymaktadır. Kaldı ki, ‘söz gümüşse sükût altındır’, ‘su küçüğün söz büyüğün’, ‘sükût ikrardan gelir’, ‘sus ki adam sansınlar’, ‘düşünen beyinlere zararlı fikirler üşüşür, büyükleriniz her şeyi sizden iyi düşünür’, ‘büyüklerin yanında konuşulmaz’, ‘sofrada konuşmak ayıptır’ ve bunun gibi atasözü, özdeyiş ve öğretilerle saygı adı altında susmayı, konuşmamayı ve hatta düşünmeyip, kendisine denileni yapmayı ‘değer’leştiren bir toplumun, yaratıcı düşünceye önem verdiğini söylemek de aşırı iyimserlik olacaktır.
Diğer yandan, bireyin sosyalleşme sürecinde önemli bir adım olan okul döneminde karşılaştığı eğitim sistemi de yaratıcı düşünceyi baskı altına alacak şekilde analitik düşüncenin geliştirilmesine ağırlık vermektedir. Özellikle de ezbere dayalı öğretim metotları kendisine aktarılanı iyi belleyip, bunun sınavda kağıda aktarılmasını empoze ederek bireyin sorgulama, inceleme, farklı görüşler geliştirme, kendine ait fikir ve sentezler oluşturma gibi yaratıcı düşünceye yönelik yetkinliklerinin ikinci plana atılmasına neden olmaktadır. Bugün üniversite düzeyinde dahi sınav sisteminin, öğretim üyesinin kafasındaki cevabın alınmasını esas aldığı pek çok eğitim kurumu bulunduğu bir gerçektir.
Keza, kişinin içinde yer aldığı kültürün dogmatik ve önyargılı bakış açılarını hoş görmesi, sorgulanması neredeyse düşünülmeyecek kadar kabul görmüş “değer”lerini mutlak doğrular olarak empoze etmesi de farklı düşünebilme, senteze ulaşma, olayı farklı açı ve perspektiflerden ele alma gibi becerilerin gelişmesine izin vermemektedir. Özellikle yukarıda vurgulanan “saygı” değeri ve farklı fikirlere tahammülsüzlük, alay etme gibi faktörler “düşünme” denilen ve insanoğlunu diğer canlılardan farklı kılan o güzelim yetkinliği önemli ölçüde sınırlamakta, hatta hemen hiç kullanılmaz hale getirebilmektedir.
Sonuç olarak gerek aile, gerek eğitim sistemi ve gerek ise toplumsal kültürün etkisiyle yaratıcı düşünme ve farklı bakış açıları geliştirebilme yetkinliği önemli ölçüde dümura uğramış bireyler iş yaşamının dinamik, yeni ve hızla artan problemleri karşısında “en iyi” çözümleri getirmek yerine problemi “bir şekilde” çözmeyi tarz haline getirmektedir. Bu kişiler genelde kendilerinden öncekilerin işe yarayan çözümlerini hiç sorgulamadan uygulama ya da işe yarayan bir çözüm bulduklarında daha farklı arayışlara girmeden, sadece o çözüm ile yetinme alışkanlığını farkına varmadan edinirler. Hatta daha farklı yol ve yöntemler olabileceğini söyleyen ve bunları öneren insanları dinlemez, aşağılar, alay ve tehdit edebilirler. Genelde bir kişilik problemi olarak görülen bu “dogmatik” ya da “paradigmik” anlayış aslında kişilerin çevresel faktörlerin etkisiyle düşünce biçimlerinin kısıtlanmasının bir sonucudur. Ve kuşkusuz günümüzün hızlı değişim ortamında yer alan ve liderliği vazgeçilmez hale getiren işletmecilik anlayışıyla örtüşmeyen bir durumdur. Bugün “geçmiş uygulamaları (başarıları ispat edilmiş olsa bile) aynen taklit etmenin gelecek için hiçbir anlamı olmayabileceği” ölçüde değişimin hızlandığı bir iş ortamı söz konusudur ve bu ortamda işletmeleri başarıya taşıyacak olanlar ise farklılığı yaratabilecek olan liderler, yöneticiler ve çalışanlardır.
Yukarıda özetlenen saptamalar çerçevesinde, bireylerin iş yaşamlarında yaratıcılık potansiyellerini gerçek anlamda sergileyebilmeleri açısından temel sorumluluğun yetiştikleri çevreye ve kültüre (özellikle de aileye, örnek alınan büyüklere ve eğitim sistemine) ait olduğu söylenebilir. Buna karşılık, bu tür bir çevrede ve kültürde yetişen bireylerde yaratıcı düşüncenin açığa çıkarılmasında işletmelerin de önemli sorumlulukları bulunacağı açıktır.
Bir sonraki yazımızda yaratıcı düşünce potansiyelinin kullanılması açısından işletmelerin yapması gereken hususlar üzerinde durulacaktır.
Prof. Dr. Tanıl KILINÇ
İnsan Kaynakları, Davranış Bilimleri, Örgütsel Öğrenme